top of page

Piyasanın Ötesinde: Bugün İyi Bir İktisatçıyı Ne Tanımlar?

"İktisatçılar diş hekimleri gibi olmalıdır" demişti John Maynard Keynes, "teknik, kesin ve pratik." Ancak tüm teknik uzmanlıklarına rağmen, günümüz iktisatçıları sıklıkla dar bir kalıba indirgeniyor: piyasa analisti. Grafiklerden, tahminlerden ve kendine has bir jargonun bileşiminden oluşan bu figür, medyada düzenli olarak yer alıyor. Analizleri, yalnızca piyasanın nabzını tutmak toplumsal düzenin nabzını tutmakmış gibi algılanabiliyor.


Bu indirgeme, iktisat disiplininin gerçek kapsamını ve sorumluluğunu görmezden geliyor. İyi bir iktisatçı yalnızca fiyatların ve trendlerin teknisyeni değildir. İktisatçılar kendilerini yalnızca piyasa alanıyla sınırladıklarında, adaletten çok verimliliği, sürdürülebilirlikten çok büyümeyi ve demokratik meşruiyetten çok teknik uzmanlığı önceleyen bir sistemin parçası haline geliyorlar.


İktisadın çarpıcı bir gerçeği, iktisadın tarafsız olmadığıdır. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bu alan, içinde bulunduğu toplumsal, hukuki, kurumsal ve ekolojik yapılarla etkileşimli bir biçimde işleyen derinlemesine politik bir disiplindir. Bu nedenle, iyi bir iktisatçı, yalnızca bir piyasa analisti değil, aynı zamanda eleştirel bir düşünür, sistemleri analiz edebilen bir araştırmacı ve her şeyden önce bir yurttaş olmalıdır.


I. Teknisyen Olarak İktisatçı: Bir Yanılsama


Pek çok üniversitede ve medyada iktisatçı, objektif bir analist olarak tasvir edilir. Bu iktisatçı figürü, sadece rasyonel piyasalara, faydasını maksimize eden bireylere ve denge koşullarını kriter alan yaklaşımlara yönelik bir tasviri temsil eder. Bu figür, örneğin, enflasyon, istihdam veya varlık fiyatları gibi olguları açıklamak ve tahmin etmek için ekonometrik modellere ve öngörü araçlarına başvurur. Bu, daha çok 1980’lerin neoliberal dönüşümüyle şekillenmiş bir iktisatçıdır. Özelleştirmeyi, serbestleşmeyi ve küresel sermaye akışlarını yücelten bir dönemin iktisatçısıdır.


Neoliberal dönem, “büyük ılımlılık” efsanesini doğurmuştur ve mesleğin büyük bir kısmını büyük bir yanılgısıya sürüklemiştir. Ben Fine’ın tespitiyle, ana akım iktisat bir “tümdengelim makinesi” haline gelmiş, eşitsizlik, ırk, toplumsal cinsiyet kavramı ve çevresel çöküş gibi meselelerden uzaklaşmıştır.


2008 küresel mali krizi, bu modelin boşluğunu gözler önüne sermiştir. Kraliçe II. Elizabeth, London School of Economics'te (LSE) bir grup iktisatçıya neden kimsenin krizi önceden göremediğini sorduğunda, verilen cevap iktisatçıların yöntemsel kör noktalarında yatıyordu. İktisatçılar, güç yapıları, sistemik risk veya politik dinamikleri düşünmek üzere yetiştirilmemişti. Tahvil getirilerini, borsa grafiklerini izlemekle meşguldüler.


Finansal piyasalarda çalışan iktisatçılar genellikle tek bir misyona sahiptir: kâr üretmek. Analizleri, veri eğilimleri, tahminler ve çalıştıkları kurumlar (bankalar, hedge fonlar, danışmanlık şirketleri) için sonuçları optimize etmeyi amaçlayan nicel modellere dayanır. Hizmet ettikleri bu kurumlar adına yürütülen bu analizler, ekonominin pozitif yaklaşımını temsil eder. Diger bir ifadeyle, “olanı” tanımlar ve tahmin eder, ancak “olması gerekeni” sorgulamaz. Ancak akademik iktisat bu dar bakışa hapsedilemez.


İktisat, özünde normatif bir disiplindir. Değerler, hedefler ve toplumsal önceliklerle yüzleşmek zorundadır. Eleştirel sorular sadece enflasyon artar mı veya faiz oranları düşer mi sorularıyla sınırlı değildir. Politikalar, adil mi, sürdürülebilir mi, insan onuruna uygun bir yaşamı mümkün kılıyor mu gibi soruları da kapsamak zorundadır.


II. Politik Bir Uygulama Olarak İktisat


Nobel ödüllü Gunnar Myrdal’ın eseri The Political Element in the Development of Economic Theory, iktisadın kaçınılmaz biçimde değer yüklü olduğunu savunur. Myrdal, iktisatçıların ideolojilerinin ve politika tercihlerinin teorilerini nasıl şekillendirdiğini göstererek, “objektif” iktisat anlayışını çürütür. Ona göre iktisadi teoriyi “tarafsız” olarak sunmak başlı başına politik bir eylemdir ve bu, altında yatan etik ve toplumsal varsayımları görünmez kılabilir. Bu eser, iktisadı yalnızca pozitif değil, aynı zamanda normatif bir disiplin olarak konumlandıran bir metindir. Değer tarafsızlığı iddialarının çoğunlukla mevcut durumu koruyan bir örtü olduğunu ortaya koyar.


Diğer bir yaklaşım, iktisadi sistemlerin daha geniş politik ve kurumsal yapılar içine gömülü olduğunu düşünür. Karl Polanyi’nin The Great Transformation adlı eserinde savunduğu gibi, “kendi kendini düzenleyen piyasa” fikri bir kurgudan ibarettir. Piyasalar doğal ya da özerk yapılar değildir. Toplumsal olarak inşa edilir ve politik olarak sürdürülür.


Bugünkü küresel tedarik zinciri sadece karşılaştırmalı üstünlüklerin zaferi değil, aynı zamanda çokuluslu şirketlerin lobi faaliyetleri, Küresel Güney’deki emek baskısı ve IMF ile DTÖ’nün yapısal uyum programlarıyla şekillenmiş bir yapıdır.


İklim krizini ele alalım. Neoklasik terminolojide bir “dışsallık” olarak tanımlansa da, aslında geleceği iskonto eden, ekolojik sınırları görmezden gelen ve doğayı sınırsız bir girdi gibi değerlendiren iktisadi bir modelin sonucudur. Nicholas Stern’in ifadesiyle “dünyanın şimdiye dek gördüğü en büyük piyasa başarısızlığıdır". Ancak, ana akım iktisat hâlâ çevresel çöküşü maliyet-fayda analizlerinde sadece bir satır olarak ele alır.


Eşitsizlik de benzer bir şekilde ele alınır. İktisatçılar sıklıkla bunu beceri veya verimlilik farklılıklarının talihsiz bir sonucu olarak modelleştirirler. Oysa gerçek nedenler ücret baskılanması, vergi politikaları ve işçi örgütlerinin zayıflatılmasıdır. Thomas Piketty, Capital in the Twenty-First Century ile uzun süre görmezden gelinen yapısal eşitsizlik tartışmalarını gündeme taşımıştır.


Daha derin bir soruya uzanalım. İktisat, bilim midir? Temel düşünce okulları (klasik, Keynesyen, monetarist, Marksist, Avusturya, neoklasik, post-Keynesyen, ekolojik) birbirleriyle çoğu zaman uyuşmayan ideolojilere dayanıyorsa, iktisat biliminin nesnel gerçeklik iddiası ne kadar geçerlidir?


Fizik ya da kimya gibi doğa bilimlerinin aksine, iktisatta evrensel kabul görmüş yasalar yoktur. Nihai bir değer teorisi sunmaz, piyasaların nasıl çalıştığı ya da çalışması gerektiği konusunda fikir birliği yoktur. Bunun yerine, her biri tarihsel bağlam, güç ilişkileri ve politik gündemler tarafından şekillendirilmiş paradigmalar vardır. İktisat, yorumlayıcı, tartışmalı ve ideolojiden ayrı düşünülemeyecek bir sosyal bilimdir.


III. İyi Bir İktisatçının Değişen Tanımı


İklim krizi, demokrasinin gerilemesi, artan eşitsizlik ve jeopolitik istikrarsızlık gibi pek çok krizin kesiştiği bir dünyada iyi bir iktisatçı olmak ne anlama gelir?


İyi bir iktisatçının tanımı, dönemin baskın toplumsal ihtiyaçları ve politik koşullarıyla belirlenir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde iyi bir iktisatçı, tam istihdam ve sosyal refahı maliye politikalarıyla sağlayan bir Keynesyen planlamacı olabilirdi. Neoliberal çağda ise bu tanım, kamu harcamalarını “disipline eden,” piyasaları serbestleştiren ve kredi derecelendirme kuruluşlarını memnun eden kişiler için kullanıldı. Ancak, bu kabullerle mutabık olmayan görüşler de olmuştur. Bu noktada, ideolojilerin rolünü görmemiz gerekiyor.


Bugün ise, belirsizliklerin ve gezegenin sınırlarının belirleyici olduğu bir çağda ölçütler farklı olmalı. İyi bir iktisatçı, Taylor Kuralı’nı ezbere bilen ya da GSYİH’yı modelleyen kişi değildir. İyi bir iktisatçı, kapitalizmin çelişkileriyle yüzleşebilen, güç yapılarıyla hesaplaşabilen ve adalet ile sürdürülebilirliğe dayalı alternatifler sunabilen kişidir.


Amartya Sen bu düşünce biçimini güçlü biçimde temsil eder. İktisadı yalnızca gelir düzeyleriyle değil, insan kapasitesi ve özgürlüğü ile ilgilenen ahlaki bir bilim olarak görür. Benzer şekilde, Mariana Mazzucato, “değer nedir?” sorusunu sorar. Toplumların gerçekten neye ihtiyacı olduğunu, piyasaların neyi ödüllendirdiğinden ayırmayı önerir.


Bugünün iyi iktisatçısı, rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye hazır olmalıdır: GSYİH büyümesi yoksullukla birlikte var olabilir. Fiyat istikrarı politik istikrarsızlığı örtebilir. İktisatçı, yalnızca istatistiki tabloları değil, ideolojileri de okuyabilmelidir. Verimlilik her şeyin önüne geçirildiğinde, sosyal hizmetlerin kesilmesi, emeğin sömürülmesi ya da kırılgan nüfusların “büyüme” adına yerinden edilmesi “verimli” olarak görülebilir. Ancak bu tercihler, eşitsizliği derinleştirir ve sistematik zararı meşrulaştırır. Gerçek bir iktisadi içgörü, yalnızca sonuçları değil, aynı zamanda bu sonuçların ardındaki değerleri ve güç yapılarını da sorgulamalıdır.


İktisat temelde akademik bir alandır ve farklı dünya görüşleri tarafından şekillenir. Doğa bilimlerinden farklı olarak, kavramları ideolojik olarak nötr değildir. İktisadi fikirler, toplum, iktidar ve devletin rolü hakkında normatif varsayımları yansıtır. Bu nedenle “iyi iktisatçı” tanımı, bu fikri kimin değerlendirdiğine bağlı olarak değişir.


Bir merkez bankacısı için iyi iktisatçı, enflasyon kontrolüne öncelik veren biri olabilir. Bir karar verici için maliyet-fayda analizine hakim olmak belirleyici olabilir. Bir topluluk aktivisti ise yapısal eşitsizliklere çözüm arayan birini iyi iktisatçı olarak görebilir. Bu tanımlar yanlış değildir. Ancak, eksiktir. İktisat, yalnızca kaynakların bilimi değil, aynı zamanda ideolojilerin savaş alanıdır. Bu savaşta iktisatçı asla sadece bir teknisyen değildir, aynı zamanda politik bir aktördür.


IV. Temel Değerler: Sürdürülebilirlik, Eşitlik, Demokrasi


Yeniden düşünme çabasının can alıcı noktasında üç vazgeçilmez değer yatar: sürdürülebilirlik, eşitlik ve demokrasi. Bunlar iktisadın dışında duran soyut ilkeler değildir. Tam tersine, yaşanabilir bir gelecek kurma iddiası varsa, iktisadın temelini bunlar oluşturmalıdır.


Sürdürülebilirlik, gelecek nesilleri iskonto eden ya da ekosistemleri ikinci plana atan modellerin reddini gerektirir. Ekolojik sınırların iktisadi düşünceye entegre edilmesini zorunlu kılar. Bu doğrultuda Herman Daly ve Kate Raworth gibi ekolojik iktisatçılar, “durağan durum ekonomisi” ve “donut modeli” gibi kavramlarla bu entegrasyonu teorik olarak temellendirmiştir.


Eşitlik, sadece gelir dağılımıyla ilgili bir mesele değildir. İktisadi yapıların nasıl ayrıcalıkları yeniden ürettiğini ve kimleri dışarıda bıraktığını analiz etmeyi gerektirir. Bu, Cedric Robinson’ın kavramsallaştırdığı biçimiyle ırk temelli kapitalizmi ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü gibi yapıları içerir. İyi bir iktisatçı, eşitsizliği yalnızca bir veri noktası olarak değil, sistemsel bir olgu olarak görmelidir.


Dünyada demokratik gerileme hızla ilerlerken, iktisatçılar uzmanlığı hesap verebilirlikten ayıran teknokratik eğilime karşı direnmelidir. İktisadi politika asla nötr değildir. Merkez bankaları, maliye kuralları, ticaret rejimleri, v.s. demokratik katılımı ve gücü biçimlendiren politik kurumlar ve kavramlardır.


İyi bir iktisatçının görevi yalnızca dünyayı tarif etmek değil, daha yaşanabilir dünyaları hayal etmek ve savunmaktır.


Sonuç: Yurttaş Olarak İktisatçı – İnsanlığın İyiliğine Katkı


İklim krizinin, eşitsizliğin ve demokrasinin kırılganlığının sadece piyasa başarısızlıkları değil, daha derin sistemsel bozulmaların semptomları olduğu bir çağda yaşıyoruz. Eğer iktisatçılar yalnızca piyasanın nabzını ölçmeye odaklanırlarsa, hastanın ölümünü gözden kaçırırlar.


Bugün iyi bir iktisatçı olmak, indirgemeciliği reddetmek demektir. Sadece piyasa dinamiklerini değil, bu dinamikleri şekillendiren ahlaki, politik ve kurumsal yapıları da çalışmak gerekir. Sormamız gereken yalnızca “Bu sistem nasıl işliyor?” değil, aynı zamanda “Kim faydalanıyor, kim kaybediyor ve başka hangi sistemler mümkün?” olmalıdır.


İyi bir iktisatçı her şeyden önce insanlığın iyiliğine katkı sağlayan kişidir. Amacı kârı maksimize etmek ya da hisse senedi tahminlerinde bulunmak değildir. Yaşamı, onuru ve adaleti yücelten sistemler tasarlamaktır. Bu bağlamda, yalnızca piyasa analizine sıkışan iktisatçılar, kapitalist düzenin kâr üreten makinelerinin parçalarına dönüşürler. Onlar tarafsız gözlemciler değil, kapitale yararlı ama topluma kayıtsız sistem elemanlarıdır.


Nobel İktisat Ödülü, tarih boyunca büyüleyici derecede matematiksel ama ahlaki bakımdan boş modellere sahip teorisyenleri yüceltti. Robert Lucas, makroekonomik politikaların sistematik olarak sonuçları iyileştiremeyeceğini iddia etti ve rasyonel beklentiler teorisiyle devlet müdahalesine olan desteği zayıflattı. Edward Prescott, ekonomik dalgalanmaları üretkenlik şoklarına verilen optimal tepkiler olarak gördü. Krizleri “doğal” ve zararsız saydı. Bu yaklaşımlar, iktisadı insan unsurundan kopardı.


Daha da endişe verici olan, bu Nobel onaylı fikirlerin eşitlik ve demokrasiyi çoğu zaman göz ardı etmesi veya önemsizleştirmesidir. Bu modellerin çoğunda, emek gücü, ırk, sömürgecilik ya da tarihsel adaletsizlik neredeyse hiç tartışılmaz.


1974 Nobel ödüllü Friedrich Hayek, serbest piyasaları överken demokratik planlamayı ve eşitlikçi idealleri açıkça tehdit olarak görüyordu. Şili'de Pinochet rejimi altındaki neoliberal reformlara bu görüş dayanak yapılmıştı. James Buchanan, kamu tercihi teorisinin kurucusu olarak, devlet müdahalesine karşı iktisadi argümanlar geliştirdi. Ancak bu görüşler, tarihçi Nancy MacLean’in Democracy in Chains adlı çalışmasında gösterdiği gibi, demokratik yönetişimi baltalamak ve piyasa egemenliğini yaygınlaştırmak için kullanıldı.


Demokratik gerileme ve otoriter kapitalizmin giderek baskınlaştığı bir dünyada, bu ihmal gibi gözüken eksik değişkenli analizler masum değildir. Tam tersine, yapısal adaletsizlikleri güçlendirici bir rol oynar.


William Nordhaus da eleştirilen isimler arasındadır. 2018 Nobel Ödülü’nü, iklim değişikliğini ekonomik modellere entegre ettiği için aldı. Ancak kullandığı iskonto oranı o kadar yüksekti ki, bu gelecek kuşakları değersizleştirdi ve hareketsizliği rasyonelleştirdi. Çalışması, krize yanıt veriyormuş gibi görünse de, erteleme ve ataleti meşrulaştırdı. Sürdürülebilirlik, kâr hesaplarının dipnotuna dönüştü.


Bunlar yalnızca akademik hatalar değil, ahlaki başarısızlıklardır. İktisat mesleği, en prestijli görülen seviyelerinde bile, teknik zekâyı vicdana tercih etmiştir.


Bu durum, hukuk alanında sıkça duyulan bir benzetmeyi hatırlatır: Her yasa adalet getirmez. Yasal düzen baskıyı sürdürebilir. Tıpkı ekonomik modellerin eşitsizlik, çevresel yıkım ve otoriterliği meşrulaştırabilmesi gibi. Yasalar, ancak etik ve demokratik ilkelerle temellendiğinde adaletli olur. Aynı şekilde, iktisat da sürdürülebilirlik, eşitlik ve demokrasi ilkelerine dayanmazsa, refah değil tahakküm aracına dönüşür.


Eleştirel düşüncenin yeşermesi gereken akademide bile, bu değerleri savunan iktisatçılar baskı altındadır. Özel üniversitelerde çalışan birçok akademisyen, bağışçılara, yönetim kurullarına ve piyasa çıkarlarına olan kurumsal bağlılık nedeniyle ekonomik düzeni sorgulama özgürlüğünden yoksundur. Sürdürülebilirlik, eşitlik veya demokratik dönüşüm temelinde sistemleri sorgulayan fikirler, üniversite bağışçılarıyla çeliştiğinde, bu fikirlerin içeri girmesine izin verilmez. Finansal çıkarlarla çelişen akademik özgürlükler hızla budanır.


Otoriter rejimlerin egemenliğindeki devlet üniversitelerinde ise, iktisatçıların konumu risklidir. İktidarın ekonomik politikalarını, özellikle yandaşlık, eşitsizlik ya da çevre felaketleriyle ilgili olanları eleştirmek, izolasyon, sansür ya da doğrudan görevden alma ile cezalandırılabilir. Bu tür ortamlarda eleştirel iktisat üretmek cesaret ister. Bu cesaret, çoğu zaman büyük bir bedelle gelir.


Sürdürülebilirlik, eşitlik ve demokrasiye dayalı teorileri ve politikaları savunacak iktisatçılar nerededir? Eğer üniversiteler gibi özgür düşünce alanları bu işlevi yerine getiremiyorsa, onları nerede aramalıyız?


Üniversite kavramının kökenine dönmek gerekiyor. Latince universitas, “bütünlük” ya da “evren” anlamına gelir. Üniversite, kâr, ideoloji veya korkuyla sınırlanmamış kapsamlı bir sorgulama alanı olmalıdır. Bu misyon tehlikeye girdiğinde, eleştirel iktisadın ve dolayısıyla insanlığın geleceği de tehlikede demektir. Üniversitenin gerçek amacını yeniden inşa etmek, yalnızca akademik bir mesele değil, politik bir görevdir.


Robert Heilbroner, modern iktisadi düşüncede bir “vizyon krizi” yaşandığını savunmuştu. 1996’da yayımlanan makalesinde, iktisadın soyut modellere körü körüne bağlanarak insanlığın koşullarını anlama amacından saptığını öne sürdü. “İktisat büyük soruları sorma kabiliyetini yitirdi, çünkü küçük sorulara gömüldü,” diye yazdı.


Heilbroner, iktisadın tarihsel ve felsefi sorgulamadan kopuşunu eleştirdi. Modern iktisatçılar artık nasıl bir toplum inşa edilmesi gerektiğini sormuyor. Sadece mevcut mekanizmaları nasıl ayarlayacaklarını tartışıyorlar. Bu teknokratik bakış, eşitsizliği, çevresel çöküşü ve otoriterliği meşrulaştırma riskini beraberinde getiriyor.


Heilbroner’ın çağrısı netti: Vizyon olmadan iktisat, adaletin rehberi değil, gücün aracıdır. Dolayısıyla, iyi bir iktisatçı yalnızca ölçen değil, aynı zamanda hayal eden kişidir.


İktisat insan merkezli bir bilimdir. İyi bir iktisatçı yalnızca yetkin bir teknisyen değildir. O, dünyayı sorgulayan ve daha iyi yanıtları hayal etme cesaretini gösteren bilinçli bir dünya vatandaşıdır.


Peki ya iktisadi düşüncenin kendisi? Kapitalizmin çelişkilerine kurban gitmiş olabilir mi?

댓글


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page