Piyasa Miti Ötesinde: Kapitalizmin Kurumsal Mantığı ve Çelişkileri
- Arda Tunca
- 6 gün önce
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 6 gün önce
Günümüz iktisadi söyleminde kapitalizm genellikle bir piyasa sistemi olarak tanımlanır. Arz ve talebin buluştuğu, verimliliğin optimize edildiği ve bireysel özgürlüğün tercih yoluyla ifade edildiği tarafsız bir mekanizma olarak algılanır. Ancak, bu piyasa merkezli yaklaşım, kapitalizmin derinlemesine kurumsallaşmış bir toplumsal düzen olarak yapısal dinamiklerini, tarihsel evrimini ve süreklilik arz eden çelişkilerini gözden kaçırır. Kapitalizm, yalnızca bir ekonomi değil, zaman ve mekân boyunca yaşamı, maddi koşulları ve anlamı örgütleyen bir sistemdir.
Bu makale, kapitalizmi, komünizm veya sosyalizmi tarihsel biçimleri çerçevesinde savunmayı amaçlamamaktadır. Amaç, kapitalizmin işleyişini, kendini nasıl yeniden ürettiğini ve toplumsal, ekolojik ve siyasal gerçeklikleri nasıl şekillendirdiğini analiz etmektir. Bugün yaşasaydı, Marx’ın bile kendi adına hareket ettiğini öne süren otoriter rejimlere yönelik sert eleştiriler yönelteceği sanırım açıktır. O'nun eleştirisi özgürlüklere değil, ücretli emek ve sermaye birikimi içinde yerleşik olan sömürü mantığına yöneliktir. Bu yazı, bir reçete değil, toplumları yöneten güçleri anlamak için kavramsal bir mercek sunmayı amaçlamaktadır.
Marx'ın klasik anlamda bir ideolog olmadığını vurgulamak gerekir. O, sabit bir doktrin ya da siyasal plan sunmamıştır. Tarihsel çözümleme yöntemi ve ideoloji eleştirisi geliştirmiştir. Alman İdeolojisi adlı eserinde, “her çağda egemen sınıfın fikirleri, egemen fikirlerdir” diyerek baskın anlatıların toplumsal ilişkileri nasıl meşrulaştırdığını ortaya koymuştur. Marx’ın amacı bir ideolojiyi diğeriyle değiştirmek değil, ekonomik ve siyasal gücün yapısal temellerini ortaya koymaktır. O'nun projesi doktriner olmaktan çok, analitikti ve çözümden çok teşhise odaklanmıştı.
Bir ideolog, genellikle sabit inançları ve kuralları savunur. Oysa Marx, özellikle Alman İdeolojisi'nde ideolojiyi eleştirmiştir. O'na göre, her toplumda egemen fikirler, egemen sınıfın çıkarlarını evrensel ve doğal gibi göstererek maddi güç ilişkilerini gizler.
Marx’ın amacı bir dogma üretmek değil, kapitalist toplumun temel yapılarını çözümlemekti. Marx, ekonominin, siyasetin ve toplumsal ilişkilerin nasıl işlediğini ve bu süreçlerin sömürüyü, eşitsizliği ve bu kavramlara dayalı tarihsel süreçleri nasıl örttüğünü ortaya koymak istiyordu.
Marx, şu sözleri ile söz konusu yaklaşımını özetler:
“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar. Oysa mesele, onu değiştirmektir.”
— Feuerbach Üzerine Tezler (1845)
Kapitalist üretim tarzının merkezinde, Karl Marx’ın sistematik olarak ortaya koyduğu gibi, dört temel unsur yer alır: üretim araçlarının özel mülkiyeti, emek piyasası, sermaye birikimi ve genelleşmiş meta değişimi (piyasa). Bu kurumsal unsurların her biri sistemin yeniden üretiminde farklı işlevlere sahiptir ve hiçbiri yalnızca alıcı ve satıcıların gönüllü işlemleriyle açıklanamaz.
Burada Marx'a yapılan vurgu ideolojik değil, analitiktir. Marx’ın eleştirisini vazgeçilmez kılan, kapitalizmin yapısal mantığını açığa çıkarmaktaki açıklayıcı gücüdür. Üretim ilişkileri, artı değere el konulması ve sistematik çelişkiler ekseninde gelişen bu çerçeve, 21. yüzyılın ekonomik, ekolojik ve siyasal krizlerini yorumlamakta son derece önemli kavramsal araçlar sunar. Marx, kapitalizmi salt piyasa düzenlemeleri olarak görmez, tarihsel olarak belirli bir toplumsal formasyon olarak tanımlar ve sömürüye dayandırılmış bir birikim süreci olarak kavrar.
Marx’ın müdahalesi, John Stuart Mill gibi düşünürlerle karşılaştırıldığında daha da netleşir. Mill, ekonomik eşitsizliği kabul etmiş, miras vergisi ve kooperatif üretim gibi reformları savunmuştur. Ancak, O da özel mülkiyetin ve piyasa değerinin kutsallığını sorgulamamıştır. Mill'in amacı kapitalizmi insancıllaştırmaktı. Marx ise, sömürünün sistemin kusurlarından değil, ücretli emeğin ve sermaye birikiminin mantığından kaynaklandığını ortaya koymaya çalıştı.
Marx’ın çerçevesi kendi başına doğmuş değildir. Adam Smith, David Ricardo ve John Stuart Mill gibi klasik iktisatçılarla yoğun tartışmanın bir sonucudur. Bu düşünürler de sınırsız piyasaların toplumsal uyumu ve siyasal eşitliği aşındırdığını kabul etmişlerdi. Smith, ahlaki duyarlık kavramına vurgu yapmış ve servetin aşırı yoğunlaşmasına karşı uyarılarda bulunmuştu. Ricardo, gelir dağılımındaki yapısal gerilimleri açıklarken, Mill miras sınırlaması ve kooperatif mülkiyet gibi öneriler geliştirmişti. Ancak Marx, sömürünün kaynağını piyasa aksaklıklarında değil, sermaye ilişkilerinde gördü.
Marx’ın kapitalizme ilişkin tespitlerinde, üretim araçlarının özel mülkiyeti değer yaratımının koşullarını az sayıda elde yoğunlaştırır. Diğer yandan, emek piyasası insan etkinliğini bir meta haline getirir. İşçiler yalnızca üretim yapmazlar, yaşamak için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Bu çerçevede, sermaye birikimi hem yöntem hem zorunluluk olarak işler. Kapitalistler rekabet koşullarında ayakta kalmak için sermayelerini sürekli genişletmeye mecburdur. Piyasa değişimi, malları ve hizmetleri dağıtırken, değerin gerçek kaynağını, insan emeğini, gizler.
Marx’ın siyasal iktisat eleştirisinin merkezinde yer alan kavram, artı-değerdir. Burada “artı”, bir toplumsal hayat formunun yeniden üretimi için gerekenin ötesinde kalan emek ve kaynak fazlasını ifade eder. Bu artı, emek sözleşmesinin biçimsel eşitliği aracılığıyla işçiden alınır ve kapitalist tarafından mülkiyet edinilir. Marx’ın ifadesiyle, “sermaye işçinin emeğini tüketmek için değil, onun artı emeğini elde etmek için” yatırım yapar.
Sömürü, gelir farklarında değil, emeğin belirli bir kısmının ücret karşılığı ödenmemesinde yatar. Görünürde eşitlerin değişimi olan piyasa işlemi, bu asimetrik ilişkileri gizlemeye hizmet eder. Örneğin, neoklasik iktisat marjinal fayda ve denge fiyatlarına odaklanırken, Marx üretim ilişkilerinin altındaki yapısal şiddeti açığa çıkarmıştır.
Bu artı-değerin sürekli olarak çıkarılması, görünmeyen bir temele dayanır: sosyal yeniden üretim faaliyetleri. Günlük ve kuşaklar arası işgücü yeniden üretimini mümkün kılan, çoğu zaman kadınlaştırılmış ve ırksallaştırılmış olan, ücretli olmayan ya da düşük ücretli emek biçimleridir. Yemeğin hazırlanmasından bakım hizmetlerine, duygusal emekten toplumsal bağ kurulumuna kadar hiçbir ücretli emek bu faaliyetler olmadan sürdürülemez. Yine de kapitalizm, bu faaliyetleri ekonomik değer alanının dışında bırakır. Nancy Fraser gibi düşünürlerin vurguladığı üzere, üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrım doğal değil, tarihsel ve toplumsal olarak inşa edilmiştir.
Kapitalizm altında yaşamın metalaştırılması süreci kademeli ve ivmeli bir biçimde ilerler. Immanuel Wallerstein’in dünya-sistem çözümlemesinde vurguladığı gibi, kapitalizm sonsuz genişleme eğilimi taşıyan bir sistemdir ve hayatın giderek daha fazla alanını (toprak, bedenler, ekosistemler) değer yaratımının piyasa döngülerine dahil eder. Çocuk bakımından temiz havaya, mahremiyetten DNA’ya kadar bir zamanlar paylaşılan ya da kutsal sayılan birçok unsur artık kâr elde etmek amacıyla metalaştırılmaktadır.
Bu genişleme süreci aynı zamanda ekolojik açıdan yıkıcıdır. Sermaye birikimi mantığıyla çalışan ve fosil yakıtlarla beslenen sanayi kapitalizmi, insan yaşamını doğanın mevsimsel ve ritmik düzeninden koparmıştır. Karşılıklı ekolojik ilişki yerini çıkar odaklı, zaman baskılı bir üretim döngüsüne bırakmıştır. Marx, bu kopuşu “metabolik yarılma” olarak adlandırır. Kavram, insanlar ile doğa arasındaki madde ve enerji alışverişinin kapitalist üretim tarzı tarafından bozulmasını ifade eder.
Neoliberalizm, bu yarılmayı gidermek yerine çevreciliği pazarlanabilir bir imaja dönüştürmüştür. Karbon ticareti sistemleri ve çevresel türev ürünler altında kirlilik, sistemik bir başarısızlık değil, fiyatlandırılabilir bir “dışsallık” olarak yeniden çerçevelenir. “Yeşil kapitalizm”, piyasaların bozduğu ekolojik dengeyi yine piyasa mekanizmalarıyla onarabileceğini öne sürer. Bu, sermayeyi gerçekten dönüştürücü uzun vadeli yatırımlardan uzaklaştırır. Çevre kuramcısı Larry Lohmann’ın da belirttiği gibi, karbon telafi mekanizmaları ve çevresel izinler, ekolojik sınırları yeni spekülatif kâr alanlarına dönüştürmektedir.
Kapitalizmin dayanıklılığı yalnızca ekonomik mekanizmalarla açıklanamaz. Sistem, tarihsel olarak askerî ve siyasal kapasitelerin desteğine ihtiyaç duymuştur. Giovanni Arrighi’nin gösterdiği gibi, her kapitalist genişleme dönemi, piyasaları istikrara kavuşturma ve mülkiyet haklarını tesis etme kapasitesine sahip bir hegemonik güç tarafından yönlendirilmiştir. Venedik, Hollanda, Britanya ve ABD gibi güçler yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik ve askerî araçları da kullanarak küresel sermaye birikimini güvence altına almıştır.
Kapitalizmin kurumsal iskeleti emperyalizmden ve zorlayıcı gücün kullanılmasından ayrı düşünülemez. Emperyalizm, yalnızca kaynakların sömürülmesi anlamına gelmemektedir. Aynı zamanda kapitalist sınıfın çıkarlarını koruyacak hukukî, askerî ve ideolojik çerçevelerin de yaratılmasını içerir.
Kapitalizm yalnızca bir ekonomik sistem değildir. Aynı zamanda kurumsallaşmış bir toplumsal düzendir. Üretimi, yeniden üretimi, siyaseti ve ideolojiyi bütüncül biçimde şekillendiren tarihsel bir yapı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu yapı, insanlar ile doğa, emek ile yaşam, ekonomi ile siyaset arasında derin ayrımlar yaratır. Bu ayrımlar rastlantısal değil, sistemin yeniden üretimi için işlevseldir.
Kapitalizmin tarihi dört ayrı tarihsel süreç ya da dönem üzerinden okunabilir:
Ticari kapitalizm (15.–18. yüzyıllar): Avrupa metropolleri, sömürgecilik ve merkantilist politikalar aracılığıyla sermaye birikimini başlattı.
Liberal-sömürgeci kapitalizm (19. yüzyıl): Sanayi Devrimi ile birleşen bu dönem, klasik liberalizmin yükselişine ve Avrupa dışı toplumların yaygın olarak sömürgeleştirilmesine tanıklık etti.
Devlet destekli kapitalizm (20. yüzyıl ortası): Büyük Buhran ve iki dünya savaşının ardından, refah devleti, kamu yatırımları ve korumacı politikalarla sermaye yeniden düzenlendi.
Küreselleşen neoliberal kapitalizm (20. yüzyıl sonları–günümüz): Devletin ekonomiden çekilmesi, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle tanımlanır.
Her aşama, kapitalizmin yapısal çelişkilerini derinleştirirken, kriz ve direniş karşısında yeni biçimlere evrilerek kendi varlığını sürdürmüştür.
Karl Marx, bu tarihsel dönüşümler çerçevesinde kapitalizmi tanımlayan dört temel çelişkiyi tespit etmişti. Bu çelişkiler, günümüz kriz eğilimlerine bugün de yön vermektedir:
Ekolojik çelişki: Sermaye birikiminin doğayı sistematik biçimde tahrip etmesi.
Toplumsal çelişki: Emek gücünün metalaştırılması, yeniden üretimini tehlikeye atar.
Siyasal çelişki: Kapitalizmin “özgür” piyasa ideali, güçlü ve müdahaleci devlet yapıları gerektirir.
Irksal ve emperyal çelişki: Bazı toplumsal gruplar sistematik olarak dışlanır ve haklardan mahrum bırakılır.
Bu çelişkiler, kapitalizmin kendi koşullarını baltalama eğilimini gösterir. Sistem, artı değeri “özgür sözleşme” kisvesi altında sermayeye aktarırken, aynı anda ırksallaştırılmış toplulukları ekonomik, sosyal ve politik korumadan mahrum bırakır.
Sömürü, bu bağlamda yalnızca mecazi bir kavram olmayıp iktidarın maddi işleyiş biçiminin temel kavramlarındandır. Kapitalizm, bir yandan küresel tedarik zincirlerinde düşük ücretli fabrika işçiliğini kullanırken, diğer yandan sürekli olarak kâr elde etmek üzere yeni yaşam alanlarını keşfetmekte ve bunları piyasa sistemine dahil etmektedir. Bu yeni sınırlar Küresel Güney’deki toprak gasplarından, çevrimiçi davranış verilerinin çıkarılıp ticarileştirilmesine ve barınma ile su gibi temel insani ihtiyaçların finansallaştırılmasına kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır.
Toprak gaspı: Araştırmalar gösteriyor ki, 2000’li yıllardan bu yana Küresel Güney’deki tarım arazilerinin 25 milyon hektardan fazlası yabancı yatırımcılarca ele geçirilmiştir. Bu durum, yerli halkların ve kırsal toplulukların yerinden edilmesine yol açmıştır.
Gözetim kapitalizmi: Dijital ortamda kullanıcıların davranışsal verileri çıkarılır, analiz edilir ve kar amacıyla paketlenir. Bu süreç, sıradan insan etkileşimlerini ekonomik değere dönüştürür. Shoshana Zuboff, bu süreci “gözetim kapitalizmi” olarak adlandırır.
Suyun finansallaşması: Afrika’da yapılan araştırmalar gösteriyor ki, birçok bölgede su hizmetleri özelleştirilmiş ve karmaşık yatırım yapılarına dahil edilmiştir. Bu durum, suya erişimin hem fiyatlandırılması hem de kamusal karakterinin ortadan kalkması anlamına gelir.
Bu örnekler, kapitalizmin kendi varlığını sürdürmek için emeği nasıl sömürdüğünü, kaynaklara nasıl el koyduğunu ve daha önce ortak, yaşamsal ya da soyut olarak kabul edilen yaşam alanlarını nasıl metalaştırdığını ortaya koymaktadır.
Eğer zamanımızın krizleriyle (iklim çöküşü, toplumsal çözülme, siyasal otoriterleşme ve ırksallaşmış şiddet) gerçekten yüzleşmek istiyorsak, piyasaların tarafsızlığına dair kurguyla vedalaşmamız gerekiyor. Kapitalizmin vitrininde teknik bir dil ve bireycilik temelli ahlaki anlatılar bulunmaktayken, vitrinin arkasında el koyma, dışlama ve sömürü bulunmaktadır.
Yukarıda anlatılan yapısal çelişkileri anlamadan alternatif bir toplumsal düzeni tasavvur etmek mümkün değildir. Sorun yalnızca gelir eşitsizliği ya da çevre kirliliği değildir. Asıl sorun, yaşamın kendisinin sistematik olarak metalaştırılmasıdır.
Kapitalizmin kurumsal mantığını ve içsel çelişkilerini merkeze almadan yapılacak her tartışma, bizi yüzeyde tutar. Ancak, bu temel dinamikleri görünür kıldığımızda, sermaye birikimini merkeze alan değil, yaşamın kolektif yeniden üretimini esas alan yeni bir toplumsal düzen hayal etmeye başlayabiliriz.
Comments