top of page

Keynes'in Keşfettiği Bir Başka Newton

Güncelleme tarihi: 6 Nis

John Maynard Keynes, Isaac Newton'un teolojik metinleriyle ve özellikle simya üzerine yazdığı notlarla Cambridge yıllarında karşılaşır. 1936 yılında Sotheby's müzayede evinde düzenlenen bir açık artırmada Newton’un özel yazmalarının büyük bölümünü bizzat satın alır. Bu belgeler, Newton’un bilimsel çalışmalarının yanı sıra teoloji, kehanet ve simya gibi konularla da derinlemesine ilgilendiğini ortaya koymuştur. Bu belgeler üzerine yaptığı çalışmalar neticesinde Newton’a dair geliştirdiği analiz, 1942 yılında Royal Society için hazırladığı ancak 1946’da Cambridge’de kamuoyuna sunduğu "Newton, the Man" başlıklı konuşmada somutlaşır. Keynes, bu çalışmasında Newton’un sadece modern bilimin kurucu figürlerinden biri değil, aynı zamanda simya ve metafizik gibi alanlarda da derinlemesine çalışmalar yapmış bir entelektüel olduğunu ileri sürer. Nitekim şu ifadesi çarpıcıdır: Newton, aklın ilk adamı değil, son büyücüsüydü.


Newton’un simya ve teolojiye yönelik yoğun ilgisi, 17. yüzyılın bilgi epistemolojisi çerçevesinde değerlendirildiğinde anlam kazanmaktadır. Bu dönemde bilim ile metafizik henüz kesin sınırlarla ayrılmamıştı. Simya, doğanın gizli yasalarını keşfetmeye yönelik bir araç olarak görülüyor, ampirik deneylerle desteklenen bir bilgi üretim yöntemi olarak kabul ediliyordu. Newton’un simya üzerine notlarında, maddenin dönüşümüne dair gözlemleri, deney tarifleri ve sembolik anlatımlar yer alır. Bu belgeler, O'nun doğa yasalarını Tanrısal bir düzenin tezahürü olarak yorumladığını göstermektedir.


Newton’un teolojik çalışmalarına gelince, bu metinler genellikle gizli tutulmuştur. Zira, içerik itibarıyla dönemin Katolik ve Anglikan ortodoksileriyle çelişen unsurlar barındırmaktadır. Stephen Snobelen’in analizine göre Newton, Hıristiyanlık içindeki merkezi dogmalarla uyumsuz düşen inançlarını açıkça ifade etmemiş, bunun yerine "Nicodemizm" adı verilen bir stratejiyle yalnızca belirli çevrelerle paylaşmıştır.


Modern bilimin kurucusu olarak kabul edilen Newton’un hem doğa bilimleri hem de kutsal metinler üzerinden bilgi üretme çabası, yaşadığı dönemin koşulları dikkate alındığında akıl ve inanç arasında o döneme ait katı bir ayrım yapılmaması gerektiğini düşündürmektedir. Newton'un dönemi, bilim ile inanç arasındaki çizginin henüz netleşmediği bir zamana işaret eder. Nitekim bilim tarihine yön vermiş pek çok figürün güçlü bir inanç dünyasına sahip olması, eski dönemlerde bu ilişkinin sanıldığından çok daha katmanlı olduğunu gösterir.


Bu noktada temel sorulardan biri şudur: Bilimin ulaşamadığı yerde inanç mı başlar? Bilim ilerledikçe, inancın alanı daha mı geriye çekilir? Eğer bugün bilimsel olarak açıklanamayan olgular, bir gün açıklanabilir hale gelirse, Tanrı fikrinin epistemolojik işlevi ortadan kalkar mı? İnanç, yalnızca bilişsel boşlukları dolduran bir kurgu mudur?


Newton’un İncil'e yönelik filolojik ve bilimsel yaklaşımı da dikkate değerdir. İncil metinleri ile fiziksel gerçeklik arasında bir çelişki görmemesi, dönemin dini otoritelerinin Galileo ve Kopernik’in heliosentrik evren modeline olan itirazlarını nasıl değerlendirdiği sorusunu gündeme getirir. Bu durum, bilim ve dogma arasındaki tarihsel çatışmaların bireysel düzeyde nasıl içselleştirildiğine dair önemli ipuçları sunar.


Newton ile ilgili bu meraklarımı aydınlanma çağını da işin içine katarak yeni bir boyuta da atlatabilirim. Bu noktada, bugüne kadar öğrendiğim tüm Batı felsefesini doğru bir felsefe olarak gösteren bilgiler çöküyor aslında.


Newton’un bu çok yönlü entelektüel profili üzerinden aydınlanma düşüncesine yeniden bakmak gerekir. Zira aydınlanma, yalnızca aklın ve bilimin zaferi değil, aynı zamanda insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştıran bir zihniyet dönüşümüdür. Bu dönüşüm, zaman içinde Homo Economicus’un doğayla kurduğu ilişkiyi araçsallaştırmış, çevresel yıkımı ve toplumsal eşitsizliği beraberinde getirmiştir.


Aydınlanma düşüncesinin ekonomiyle kurduğu ilişki, bir yönüyle doğayı denetim altına alma arzusunun bir yansımasıdır. Ancak bu süreç, bugün yaklaşık 3.9 milyar insanı yoksulluk içinde bırakan yapısal eşitsizlikleri doğurmuştur. Böylece Batı merkezli modernleşme projesi, sadece doğayı değil, insan onurunu da tüketen bir düzene evrilmiştir.


Martin Heidegger'in Batı metafiziğine yönelttiği temel eleştiriler bu noktada önem kazanır. Heidegger, Batı felsefesinin varlık anlayışını temelsiz bulur. Antik Yunan'dan itibaren “var olanlarla" (Seiendes) ilgilenilmiş, “varlığın" (Sein) kendisi sorunsallaştırılmamıştır. Bu çerçevede, varlık sorusunun unutulması Batı düşüncesinin kökensel bir eksikliğidir. Heidegger’in düşüncesi, Batı felsefesinin temellerinin farklı biçimde atılmış olması durumunda, bugün karşı karşıya olduğumuz çevresel ve varoluşsal krizlerin başka bir seyir izleyebileceğini ima eder.


Newton’un bilim ile inancı birleştiren zihinsel yapısı, yalnızca onun entelektüel mirasıyla değil, aynı zamanda bugün karşı karşıya olduğumuz bilgi, ahlak ve doğa krizleriyle de doğrudan ilişkilidir. Keynes’in yazmaları gün yüzüne çıkarması, bu çok katmanlı mirası anlamamızda dönüştürücü bir rol oynamaktadır. Heidegger’in eleştirileriyle birlikte düşünüldüğünde, geçmişin düşünsel temellerini yeniden yorumlamak, geleceğin etik ve bilimsel yönelimleri açısından bir zorunluluk hâline gelmektedir.


Bilgiye dair bütüncül bir arayış içinde olan birey için şu soru önemlidir: Tanrı ile konuşmak, bazen bir cevap arayışının içsel dili olabilir mi? Belki de bu soruların kendisi, bir tür diyalogdur. Diğer bir ifadeyle, bilimin açıklayamadığı yerde inançla, inancın daraldığı yerde felsefeyle yürütülen bir iç konuşma.

Atina Üniversitesi (Fotoğraf: Arda Tunca)
Atina Üniversitesi (Fotoğraf: Arda Tunca)

Commentaires


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page